Bugün, yirminci yüzyılın en önemli yayımcılık olaylarından biri sayılan ve İspanya’dan kalkıp Mısır Piramitleri’nin eteklerine hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago’nun masalsı yaşamını anlatan, 6 yılda 42 ülkede 26 dile çevrilerek yedi milyondan fazla satan, Paulo Coelho’nun fantastik ve nasihat dolu “Simyacı” adlı romanından bir alıntı, beni çocukluğuma götürdü.
Hemen herkesin bildiği, birçok düşünürün buna benzer sözler söylediği, “dünün geçtiği, yarının ne olacağını bilemediğiniz için bugünü yaşayın,” türündeki söze benzer bir söz: “En iyisini sonraya saklamayın!”
Sözü okuyunca yüzümü bir tebessüm kapladı. Çünkü bu söz beni çocukluğuma, ilkokul yıllarıma, ahşap evimize götürdü.
Çocukluğumun geçtiği köydeki evimiz, o yıllarda bütün Doğu Karadeniz’deki ahşap ve taş malzemenin her ikisinin de beraber kullanıldığı yapılardan biriydi.
O zamanlar fotoğraf çekmek pek mümkün olmadığı için de bugün sizinle paylaşabileceğim bir fotoğrafı yok elimde evimizin. Öyle ki üç yüz hanelik köyümüzde fotoğraf makinesi olan kimse yoktu.
Ama diğer çocuklar gibi benim de ilkokul yıllarıma ait fotoğraflarım vardı.
Mezun olacak öğrencilerin diplomalarına yapıştırılacak vesikalık fotoğrafları çekmek için, her öğretim yılının sonuna doğru ilçeden okula gelen, sağ ayağındaki hafif aksamadan dolayı adını “Fototopal” koymuş fotoğrafçının çektiği, sınıf arkadaşlarım ve öğretmenlerimizle toplu fotoğraflarımız olurdu.
Bir keresinde de Almanya’da işçi olarak çalışan bir komşumuz, getirdiği fotoğraf makinasıyla, evin arka bahçesinde annem, ablam ve bana bir fotoğraf çekmişti. O fotoğrafta da ev görülmemişti. Sanırım yıl 1971 idi.
Fotoğraf gibi olmayacak elbet ama ben size o yıllardaki evimizi yine de anlatayım.
Evin temeli ve ahır olarak kullanılan zemin katı taştan örülmüş, zemini toprak olan ahırın tavanı kalın tahtalarla kaplanmıştı. Ahır katıyla evin giriş katı arasında ahıra inen bir geçit vardı. Ahşap bir kapakla kapatılan bu geçitten merdivenle ahıra inilirdi.
Hemen hemen bütün Doğu Karadeniz evlerinde olduğu gibi manzaraya dönük ön dış cephesinde iki odaya ait dört pencere bulunurdu.
Evin ahır üstündeki duvarları ahşap iskeletle birbirine bağlanan çatma duvarlardı. Ahşap kirişlerin arasındaki üçgen şeklindeki gözler taşla doldurulmuş, çimento ile tutturulmuştu.
İki oda bir hol ve mutfağında içinde olduğu bir salondan oluşan evimizin, çatısı ahşap, üzeri kiremitle örtülüydü. Ön cephesindeki iki odaya ait dört penceresi dışarıdan ahşap kapaklarla korunurdu.
İşte biz dört çocuk denize bakan bu cephedeki iki odadan sol yanda olanında uyurduk, gece olunca serip sabah uyanınca katlanarak kaldırılan yer yataklarında.
Evimizin etrafında birçok meyve ağacımız olmasına rağmen, serçeler armut ağacımıza doluşurdu. Dalları Tam bizim yattığımız odanın sol penceresine kadar uzanan ve dallarında serçelerin yuva yaptığı armut ağacımıza doluşan kuşların cıvıltıları o günkü gibi bugün da kulaklarımdadır.
Biri bana ilkbaharla başlayan hayatın canlanmasını nasıl anlatırsın diye sorsa, “sabah doğan güneş ışınları evin, taş ve ahşap cephesindeki aralıklardan yatağımıza sızdığı o saatlerde, çok sesli bir senfoniyi andıran ve beni uykumdan uyandıran kuş cıvıltıları,” diye cevap veririm.
Ahşap evimiz, okulun olduğu ana yola, üç yüz metreye yakın uzunlukta patika bir yolla bağlanır. Kardeşlerim benden önce mezun olduğu için ben okula giderken bu yolu hep yalnız yürürdüm, ağaçlardan toplayıp cebime doldurduğum meyveleri yiyerek.
Rahmetlik annen çok meyve ağacı dikmişti arazimize. Bazen armut bazen elma, bazen incir… Ne olursa toplar, cebime doldurduğum, yürürken alıp alıp yediğim bu meyvelerin, her seferinde en sona en güzelini ayırırdım, daha büyük bir keyifle yiyeyim diye.
Ancak ana yola çıktığımda hep bir arkadaşıma rastlardım, istisnasız. En sona sakladığım en iyi meyveyi yolda rastladığım arkadaşım ister, ben de kıramaz, istemeye istemeye de olsa arkadaşıma verirdim.
Böylece en güzel olduğu için keyifle yiyeyim diye en sona ayırdığım meyveleri hep başkaları yerdi.